
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan şehir henüz tam anlamıyla hareketlenmemişken, bir sokak köşesinde yavaşça aralanan bir kapı… İçeriden yayılan hafif kahve kokusu ve eski kitapların tozlu, kadim havası. İşte SahhafKafe’de bir gün böyle başlar. Bu sıradan bir kafe sabahı değildir. Burada zaman, kitap raflarına sıkışmış cümlelerle akar, fincandan buharıyla yükselen sessizlikle ağırlaşır.
Ahşap kapının ardında bekleyen dünya bambaşka bir evrendir. İçeri girdiğinizde önce gözleriniz loş ışığa alışır. Sonra raflar arasında dizilmiş sararmış kapaklar, yıllanmış ciltler, kenarında el yazısıyla notlar düşülmüş sahhaf kitaplar karşılar sizi. Her biri bir zamanlar bir başkasının elinde dolaşmış, belki ağlanmış, belki altı çizilmiş, belki de hiç açılmadan yıllarca bir çekmecede beklemiş… SahhafKafe, kitapların ikinci hayatlarını yaşadığı yerdir. Ve her ziyaretçi, o hayata tanıklık eden bir yolcudur.
Kafenin iç tasarımı, eski bir sahaf dükkânının zarafetiyle bir yazarın masasını birleştirir gibi düşünülmüş. Duvarlarda çerçevelenmiş eski kitap ilanları, daktilo koleksiyonları, tahta raflara gizlenmiş sürprizler… Her detay, geçmişe bir saygı duruşudur. Pencere kenarında çiçeklerle çevrili küçük masalara yerleşmiş birkaç sessiz konuk vardır sabah saatlerinde. Kimisi yanında getirdiği defterine bir şeyler karalamakta, kimisi ise raflardan aldığı kitapların sayfalarında kendi geçmişini aramaktadır.
Menüdeki isimler bile sıradan değildir burada. “Kahvenin en roman hali” diye sunulan yoğun aromalı filtre kahve, yanında “Sabahattin Ali’nin Tostu” ya da “Zamanın Ruhu Tartı”yla gelir. Her tabakta, her fincanda bir edebi gönderme, bir anı, bir fısıltı vardır. Yani SahhafKafe’de yediğiniz, içtiğiniz kadar hatırlarsınız da.
Gün ilerledikçe kafenin ritmi değişir. Gelenlerin kimisi sahhaflık merakıyla rafları didikler, eski matbu eserlerin tarihine dair sorular sorar. SahhafKafe’nin en kıymetli taraflarından biri de işte budur: Burada kitap yalnızca okunmaz, merak edilir. Her kitap bir sohbet başlatır. “Bu kitabın ilk baskısı mı?” diye başlanan konuşmalar, çoğu zaman Tanzimat’tan bugüne edebiyatın ve toplumun değişimine kadar uzanır.
Öğleden sonra bazen bir yazar uğrar kafenin bir köşesine. Kim olduğu bilinmeden oturur, çayını içer, gözlemler. Çünkü burası yazmaya ilham veren bir yerdir. Kelimeler bu mekânda ağır ağır yürür. Kimse acele etmez. Kimse yüksek sesle konuşmaz. Sessizlik, burada bir saygı biçimidir; hem kitaba hem de düşünen zihne.
Günün sonunda, ışıklar hafifçe kısılır. Müzik yavaşlar. Giderek azalan müşteri kalabalığı arasında kalan birkaç kişi, belki hâlâ okuduğu satırlardan kopamamış, belki yazdığı cümleyi tamamlamaya uğraşıyordur. Kafenin içinde, eski bir lambanın ışığında parlayan kitap sayfaları, günün kapanışını fısıltılarla yapar.
SahhafKafe’de geçen bir gün, sadece bir gün değildir. O gün, okuduğunuz bir cümlede saklı kalır, içtiğiniz kahvenin tortusunda yer eder. Burada zaman, kitapla birlikte yaşar. Sessizlik burada konuşur. Ve insan, unutulmaya yüz tutmuş iç sesini burada yeniden duyar.